Kass Morgan
di. Göl. Sözcük zahmetsizce aklına geliverdi. Dünya’daki bir
gölün kenarında, kıyısında, oturuyordu –dört bir yanını saran
yıkım kadar gerçek dışı geldi bu. Nereye dönse, yalnızca korku görüyordu: Yerde yatan, gevşemiş, kırık dökük bedenler...
Yalvar yakar yardım isteyen yaralılar… Birbirine birkaç metre
arayla inen birkaç geminin, ezilmiş, dumanları tüten kaplamaları, çatlayıp parçalanmış iskeletleri… İçin için yanmayı sürdüren
enkaza koşup omuzlarına yükledikleri ağır, hareketsiz figürlerle
yeniden dışarı çıkan insanlar...
Onu kim dışarı taşımıştı? Eğer Luke taşıdıysa şimdi neredeydi?
Glass titreyen bacaklarıyla ayağa kalkmaya çabaladı. Tutmamazlık etmesinler diye dizlerini bitiştirdi ve dengesini kazanmak için kollarını açtı. Buz gibi suyun içindeydi. Soğuk,
bacaklarından yukarı tırmanıyordu. Derin bir nefes alınca bilincinin biraz açıldığını fark etti ama bacakları hâlâ titriyordu.
Sarsak sarsak birkaç adım atınca ayağını suyun altındaki taşlara çarptı.
Aşağıya bakınca hızla derin bir nefes aldı. Ayın saçtığı ışık,
suyun koyu pembeye çaldığını anlamasına yetti. Kirlilik ve
Felaket’ten kalan radyasyon göllerin rengini mi değiştirmişti? Yoksa Dünya’da suların doğal renginin pembe olduğu bir
yer mi vardı? Dünya coğrafyası derslerine hiçbir zaman fazla
ilgi göstermemişti –bundan duyduğu pişmanlık her saniye artıyordu. Ama yanı başında yere çökmüş bir figürün umutsuz
haykırışıyla acı yanıtı aldı: Bu radyasyonun uzun ömürlü yan
etkisi değildi. Su, kanın rengini almıştı.
14