Sürüde üst bir konumdaydım -Beck ile Paul sayesinde öyle olduğumu
kanıtlamıştım-, bu yüzden hemen harekete geçebilirdim ama dizlerime kadar
karın içine gömülü, soğuktan titreyerek geride durdum. Kız sıcaklık ve
hayat kokuyordu, canlıydı, her şey bir yana insandı. Ama nesi vardı? Eğer
canlıysa niye karşı koymuyordu?
Kanının kokusunu alabiliyordum; ölü ve soğuk olan bu dünyada,
sıcak ve canlı bir kokuydu. Salem’in kızın giysisini yırtmak için
çekiştirirken titrediğini gördüm. Midem acıyla kasıldı; çok uzun süredir
hiçbir şey yememiştim. Salem’in yanında duran kurtları yana itmek, onun
insan kokusunu almıyormuş ya da yumuşak iniltilerini işitmiyormuş gibi
yapmak istedim. Bizim vahşiliğimiz karşısında, üzerine çöken ve onun
hayatıyla bizimkini takas etmek isteyen sürü karşısında öyle ufaktı ki.
Dişlerimi gösterip hırlayarak onları geri püskürttüm. Salem de bana hırladı
ama gençliğime ve açlığıma rağmen ondan daha çeviktim. Paul tehditkâr bir
ses çıkardı.
Kızın yanındaydım, o ise sonsuz gökyüzüne bakıyordu uzak
gözleriyle. Belki de ölmüştü. Burnumu elinin içine soktum, avucunun
kokusuna daldırdım burnumu; şeker, tereyağı ve tuz kokusu, başka bir
hayatı anımsattı bana.
Sonra gözlerini gördüm.
Açıktı. Yaşıyordu.
Kız, korkunç bir dürüstlükle gözlerini gözlerime dikmiş, dosdoğru
bana bakıyordu.
Ürküp geri çekildim, tekrar titremeye başlamıştım ama bu sefer
beynime acı veren şey kızgınlık değildi.
Gözleri gözlerim