Bu oydu. O olmalıydı.
Elimdeki kitabı yüzüme doğru kaldırdım ve kıza gizlice baktım. Diğer
iki kız hâlâ konuşuyor, birbirlerine çocuk kitapları bölümünün tavanına
astığım kâğıttan bir kuşu gösteriyorlardı. O konuşmuyordu, geride kalmıştı,
gözleri etrafındaki kitaplardaydı. O zaman yüzünü gördüm ve yüzündeki
ifadede kendime ait bir şeyleri tanıdım. Gözleri rafların üzerinde dolaşıp
duruyor, kaçacak bir yer arıyordu.
Kafamda bu sahnenin yüzlerce farklı versiyonunu kurmuştum ama
şimdi o an gelmişti işte ve ne yapacağımı bilmiyordum.
O kadar gerçekti ki! Arka bahçede kitap okur ya da ödevini
yaparkenki halinden farklıydı. Orada, aramızdaki mesafe aşılamaz bir
boşluktu; uzak durmak için o kadar çok nedenim vardı ki! Ama burada,
kitapçı dükkânında, benimleyken, nefe kesecek kadar yakınımdaydı, daha
önce hiç olmadığı kadar yakınımda. Beni onunla konuşmaktan alıkoyacak
hiçbir şey yoktu.
Bakışı benim tarafıma doğru çevrildi, telaşla başımı kitabıma eğdim.
Yüzümü tanımazdı ama gözlerimi tanırdı. Gözlerimi tanıyacağına inanmak
zorundaydım.
Çabucak gitsin de tekrar nefes alabileyim diye içimden dua ettim.
Bir kitap alsın da onunla konuşabileyim diye içimden dua ettim.