ihtiyaç duyup, temelim olmadan bir
anlam ifade etmeyeceğim, diyecekti.
Yemendeki bir garip yerine, sen ya da
ben garip olsak ne kadar ifadelerimiz
suratlarımıza yansıyabilirdi. Yağmur
garip yağsa mesela; yoksun bir halde
mi yağıyor demeliyim. Yitirilmiş yani
garip, yani yitik; ama eksik olma du-
rumuyla değil, çoğu zaman koparılmış
olma durumuyla. Her şey, diyorum
her şey. Fazlasına ihtiyaç duymadan,
birkaç saniyede okunup geçilecek bir
cümle mi olmalıydı yoksa bu metinle
birlikte git gide, her şey, dediğimizde
bir hüzün ile mi tamamlanmalıydı?
Sadece bir hüzün yeterli olmayacaktır.
Garibi eksik edersek yağmurun düz
yağdığını söyleriz, oysa yamuk yağ-
dığı için, olması gerekenin uzağında
olduğu için garip oluyordu. Hüzün
nasıl garip olabilirdi peki? Yine alışıl-
mışın dışında olma durumuyla mı ka-
bul edilenleri kabul etmediği için mi?
Biz ona bu ismi verdiğimiz için mi?
Ne yani kelimelerin kendi kaderleri
yok muydu? Bir ansıma halinde, garip
bir hüzündü her şey, demenin tam za-
manı oluyor işte. Anımsama değil, an
değil, anın yansıması değil. Otogarda
duruyorsun ve ansıyorsun. Hatırlamı-
yorsun. Bir paragrafın içinde kaybola-
cak bir cümle gibi oluyor. Olay zinciri
dikkatini çekiyor, bütün bir metnin o
cümle üzerine kurulduğunu görüyor-
sun. “Bir” yani tek olan, sıfır olmayan.
Ebediyeti sıfat haline getirmiş. Var ile
yok arasında seçim yapmayan. “Bir,”
yani “her şey” cümle aynı anlamı taşı-
yan iki kelime taşıyor.
Gidiyordu
biri. Giden kişi,
sende bir olu-
yordu. Anımsı-
yordun, hüzne
dönüşüyordu.
Saniyede değil,
daha azı, çok
daha azı.
Garip bir hüzündü, mantıklı geliyor, ku-
lağa tırmanmaya çalışıyor. Neden? Biz,
hüzne, ne diyoruz? Yanlış giden bir şey
var. İnsanın doğasına uymayan ve insa-
nı eksilten. En belirgin ihtiyaçlarımızı
karşılamayınca, mesela yiyecek bir simit
olmayınca; işte hüzün. Soğuk, keskin
yani keskin bir soğuk; yine, bir, keli-
mesi. Dışardasın ve banklar var. Bazısı
çam ağacından yapılmış, kafanı koyu-
yorsun. Pıtır pıtır yağan yağmur sonra,
garip oluyorsun. Sıcak bir ev hayaliyle
titriyorsun; işte hüzün. Yani, hüzündü
her şey, demek istiyorsun. Her şey, di-
yorsun. Basit bir sınav şimdi senin her
şeyin. Aslında hiçbir amaç olmadan
her sabah kalkıyorsun. Eğer gece ge-
lecek kaygısını zihnine taşımamışsan,
ben nasıl para kazanacağım, deme-
mişsen… Ki insanız hepimiz. Biriz.
Yatakta bedenin sızlayıp, durduk yere
kalbin gümbür gümbür atmaya baş-
lamamışsa, istemsizce gözlerinden
yaş gelmiyorsa, bir yumruk bedenini
sıkmıyorsa, sakince uyuyorsun. Sa-
bah dershaneye gidip kendini teslim
ediyorsun. Eksiksin çünkü bilmi-
yorsun. Türk Edebiyatı’ndan kimler
geçti, türev nedir ve coğrafya sadece
dağlardan mı ibarettir? Magnezyuma
isim vermediklerinden önce biz bil-
miyor muyduk yani? Dinamik vardı
ve her şey etki ve tepkiden ibaretti.
Etki ve tepki ise garipti çünkü anla-
mıyorduk bir türlü, ezberliyorduk.
Ezberliyorsun. Oysa insan kendini
nasıl ezberleyecekti? Zihnin haritası-
nı çıkarttığında sağda solda denizler
yoktu ve sonu hep aynı yani ölüm,
yani bir. Sen yok olmayı biliyordun,
sıfırı. Sana bu öğretildi. Yok olmazsan
hiçbir şeyi başaramazsın, dediler. Sıfır
ne, dedik biz de. Birimize sordular bu
soruları hepimiz cevapladık. Kimlik
savaşları çerçevesinde her şeye cevap
yetiştirmeye çalıştık. Bütün cevaplar
her zaman, birdeydi. Hiçbir zaman ce-
vapların hepsini alamadık. Gidiyordu
biri. Giden kişi sende bir oluyordu.
Ansıyordun, hüzne dönüşüyordu. Sa-
niyede değil, daha azı, çok daha azı.
Mesafeler artıyordu, hayalleri yetiş-
tirmeye çalışıyordun. Eksiliyordun.
Bir ansıma senin her şeyin oluyordu.
Günün hüzün oluyordu. Günün her
65