buradan’’ dedim. Hızlıca girdiğim sokağı bitirip ev ile aramda nerdeyse yüz metre kaldığını dahi bile
anlamamıştım ta ki bahçedeki incir ağacını görene dek. Evin kapısına varırken cebimi araladım, sa-
bah heyecanla elime aldığım dosyayı bahçenin duvarına koyup anahtarı aramaya başladım. Ceplerimi
yoklarken evin dağ tarafına bakan küçük odanın penceresinden sesler işitiverdim. Hay aksi! Doğru ya,
karımın-Ayfer’in- günü vardı bugün dedim kendi kendime. Dalgınlıktan unutmuşum işte. Seslerin tonu
yükselmeye başladığından içerdekileri duymaya başladım. Tahmin edebiliyordum içerdeki havayı yine
çeşit çeşit yemek yapılmış ağır bir koku sinmiştir her yere ve malum komşumuz çok bilen Nazmiye
yine o buhurdanlığını yanında getirmiştir. Ve yine kesif bir koku sarmıştır evin içerisini. Umarım oda-
mın kapısı kapalıdır diye kara kara düşünmeye başladım. Tam o anda Nazmiye o her zamanki meşhur
sözlerini yineledi:
‘’Okumuşun da aptalı bir başka oluyor canım, bilmez miyim?’’
Acaba bunu bu kez neden ve kimim için dedi, girdiği her işi batıran Ziraatçı yeğeni Hakkı için mi, yoksa
bütün işini gücünü unutup sürekli kendini odasına kapatıp yazıya kaptıran benim için miydi? Kısa bir
süre kaldım, öylece cevap ararken seslerin kesildiğini hissettim.
Yaşlandın Muzaffer kabul et! Bak sabah Ayfer tembihlemişti seni, erken çıksan dahi gelme evde mi-
safirlerinin olacağını. Bu yaştan sonra bir de dergiye yazı yollamak mı, peh! Neyine be adam senin
diyerek uzun uğraşlar sonunda bulduğum anahtarı hiç çıkarmadan dosya ile geri döneyim dedim.
Yazıhaneye tekrar dönesim yoktu. En iyisi kendimi evin güneybatısındaki sokağa bırakıp yokuş aşağı
yuvarlanmak istercesine iskele yoluna koyulmaktı. Kahve alışkanlığım da olmadığından yapabilece-
ğimin en iyisinin bu olduğunu düşündüm. Havanın rüzgara çaldığını görünce düğmemi de ilikleyip
iskele yolundan aşağıya doğru sol elimde dosyam, sağ elim cebimde yumurta topuk kunduramla ses-
ler çıkararak yürümeye başladım. Umarım hava iyice bozmaz da şu bir iki saati geçiririm diye dilekte
bulundum. Yolun sonundaki büyük caddeden karşıya geçerken sabahki dalgınlığımın hala üzerimde
olduğunu biliyordum, bana çalınan kornalar boşuna olmasa gerek.
İskele soğuktu, hızlı hızlı geçen araçların da rüzgarı eklenince havaya, sahil yolu pek de mantıklı gel-
medi bir an. Neyse gelmiştim artık ve az biraz oyalanıp eve dönecekti zaten. Her zaman durup denizi
izlediğim yere -yosun tutmuş o demirleri tuzdan, nemden aşınmış çürümeye doğru giden iskelenin
ucuna- varmıştım. Demir korkuluklara yaslanıp sağımda duran, oltasına belki de yem değil umut ta-
kanları göz ucuyla izledim. Hemen solumda sırt çantalı, uzun boylu, kovboy şapkalı hakiye çalan deri
ceketli, azıcık turisti andıran biri en iyi kareyi yakalamak için elindeki fotoğraf makinesi ile didinip
duruyordu. Geri kalanlar da şehri belki çekilir kılan denizi, boylu boyun