Kalabalık Dergi Kalabalık Dergi 6. Sayı | Page 8

Eylül 2014  SİYAH KADINDAN MEKTUP KÜBRA AĞAOĞLU … -Yarın ne kadar sürer diye bir soru sormuştum Anna hatırladın mı? -Sonsuzluk ve bir gün kadar. (Sonsuzluk ve Bir gün) SİYAH KADINDAN MEKTUP Yarınımızın olmadığından o kadar emindim ki. Olsa bile, karalığından göremeyecektik onu bulamayacaktık biliyordum. Defalarca söyledim bunu ona, biz siyahlar ülkesinin ‘pembeci’ aşıkları bir ütopya peşinden koşuyorduk. Kalplerimize zincir takılmıştı, her gülümsemeye çalışmamız her sevişmeye kalkışımızda siyah askerler siyah liderimiz siyah kurallarımız biraz daha buruyordu zincirimizi. Sadece aşıklar değil, siyahlar ülkesinin tüm insanlığı esir edilmiş ‘insanları’, ağlayamıyor, konuşamıyor, yazamıyorduk. Belki karnımız toktu, evlerimizde yatabileceğimiz sıcak yataklarımız, ceplerimizde yetecek kadar paramız vardı ancak bu parayla aldığımız kağıda ne tek satır bir şiir yazabiliyorduk ne de yataklarımıza sevgililerimizin kulağına aşk sözcükleri fısıldayabiliyorduk. İlk yıllarda hepimiz başımıza gelen felaketi sessizlik ve büyük bir olgunlukla karşıladık, en yakınını kaybeden insanların bu acıyı tanımlama süreçleri gibi… Ne olacak yani, gülmeyiveririz ulu orta, sarılmayız, şarkılar söylemeyiz askerlerin önünde,deyip işimize gücümüze döndük. Ancak her şeyin rengini yitirdiğini fark ettiğimizde, bağırmak istedik, ağlamak, küçücük bir tolerans bekledik liderimizden vermediler. Duyuyorduk uzak kentlerden aşık kalplerin yerinden sökülerek öldürüldüğünü, mutluluk şiirleri yazan nice şairlerimizin ellerinin nasıl kesildiğini duyuyorduk ancak ağlayamıyorduk, birbirimize sarılarak teselli edemiyorduk kendimizi. Fark ettik ki, insan duygularını göstermeyince uzun zaman, kendi içinde de yaşaması zorlaşıyor, sağır insanların bir süre sonra sessiz rüyalar görmesi gibi. Fakat ne büyük mahlukatlarız ki, bu yüksek duygusuzluk durumu, hepimizde bilmediğimiz bir hal yarattı. Ben buna, duygusuzluk duygusu derdim hep. Ne olduğunu bilmediğim tanımlayamadığım ancak her saniye yaşadığım bir duyguydu bu. Beni korkutan telaşlandıran soğuk terler döktüren bir duygu. Ne rengi var, ne bir belirtisi. Kendi içimizde yaşadığımız duygusuzluk duygusuydu bu. Ben yavaş yavaş gelen kıyametimle ilgilenirken, karşıma çıkmıştı O. Öyle güzel gözleri vardı ki, duygusuz siyahların dünyasında bana yaşattığı bu duyguyu öpmek, sarılmak, kana kana içmek istemiştim. Ne safmışım! Uzun yıllar önce literatürümüzden zorla çekip çıkarılan aşk duygusuna kendimi bırakacak kadar safmışım işte. Onca zaman alışmaya çalıştığım siyahlar memleketinde, karşıma çıkan bu pembemsi duygu bir anda yerle bir etmişti beni. Oysa ki nefret etmek isterdim ondan, tıpkı kanunlarımızda izin verildiği gibi. Sanırım 56. Ya da 57. Madde olması lazım, ‘ Siyah ülkemizin her bir vatandaşı, kendi ruh ve fizyolojik sağlığı açısından birbirlerine tek bir duygu beslemeliler: Nefret’. Böyle diyordu kanun. Sevginin acı getirdiğini ve insan zekasını uyuşturduğu savunuluyordu. Evet uyuşmuştum, sevmekten arzulamaktan ve sevişmekten.. 8 Kalabalık  SİYAH KADINDAN MEKTUP KÜBRA AĞAOĞLU Onu benden çaldıkları ilk birkaç gün, kanunlara en uygun davrandığım tek zamanlardı muhtemelen. Bu sistemden, bunları başımıza getirenlerden ve en korkuncu kendimden nefret ediyordum. Aynaya her bakışımda kendimden tiksindim. İçimdeki aşılmaz nefret duygusu beni adeta bir robota çevirerek çılgınlar gibi çalışmaya zorluyordu. Daha çok çalışmayı denedim, daha çok üretmeyi. Fakat bu kaçışım da uzun sürmedi. Ne zaman güneş batsa, onunla el ele yürüdüğümüz sahil geliyordu aklıma. Kokusu burnumda ve bana kızdığı zaman tek kaşının havaya kalkışı… Hangi duyguyu ne derece hissedersem hissedeyim –bu nefret bile olsa- onu unutamıyordum. Kendimi öldürmeyi hiç düşünmedim, bu bana acizlik gibi geliyordu. Aksine yaşayıp, bu sisteme lanetler yağdırmayı devam ettirmeliydim. İçimdeki acıyı kimsenin duymadığını anlayınca, bunun da bir işe yaramadığını anladım. O halde geriye tek bir seçenek kalıyordu: Çığlık atarcasına ölmek. Şehrin tüm mekanlarını gezdim, beni çok fazla insanın görebileceği bir mekan olmalıydı. Şehirdeki büyük meydana girince, insanlığımızın yaşadığı vahşeti tüm bedenimde hissettim. Eski düzenden kalma eğlence mekanları, yemek yapan yerler, kuşlar ,ağaçlar olduğu gibi duruyordu ancak kimse hem de hiç kimse tüm bu güzellikleri görmüyor gibiydi. İnsanlar, sadece karınlarını doyuracak kadar yemek alıyor, ve karşı karşıya yemek yerken kesinlikle konuşmuyorlardı. Giyim mağazalarında, siyah başka hiçbir renge yer vermeyecek kadar cesur duruyordu. Kıyafetler sadece yazlık ve kışlık olarak askılarda yerini almıştı. Ne tatlı bir pazarlık sesi, ne yeni bir kıyafet almanın mutluluğunu yaşayan kadın vardı meydanda. Kuşların ötüşü bile iniltiden ibaretti. Bileklerimi keserken akan kırmızı kanıma öyle büyük bir özlemle baktım ki, canımın yandığını hissetmedim bile. Genç bir kadınla göz göze geldim sanırım ölürken, yemyeşil gözleri dolmuş muydu yoksa ölümün ortaya çıkardığı sanrıyı mı yaşadım bilemiyorum ancak ölüyordum. Bileklerimden dans ederek akan kırmızı sıvı, ͅ