Film Studio Dijital Dergi Ağustos 2014 | Page 50

[email protected] Muhsin Kızılkaya MuhsinKızılkaya Gazeteci, Yazar Sürgün ve ölüm! Hep başını alıp gitmek ister insan... Ben şimdi bu yazıyı yazarken, kim bilir kaç kişi gitmek istiyor bir meçhule, bir bilinmeze... Bilirsiniz, sürgün iki türlüdür; gönüllü ve zorunlu sürgünlük diye... Zorunlu sürgünlük, bir kusur sonucu olur; bir suç işlersin ve bir güç, seni başka bir yerde yaşamaya mahkum eder. Gönüllü sürgünlük ise, adı üstünde bir tür başkaldırıdır; topluma, dine, kültüre, çevreye, otoriteye ve belki de bir insana... Alıp başını gidersin! Nereye gittiğin önemli değil, asıl olan bulunduğun yerden bir an önce uzaklaşmaktır. İlk başlarda itiraf etmezsin kendine ama, her gidiş ardında bir hüzün bırakır. Gittiğin yerde görmek istediğin şeylere duyduğun merak kadar, bıraktığın yerde bırakmak istemediklerine duyduğun özlem vardır çünkü o gidişte. Ona rağmen gidersin! “İsyankâr Yüzyıl”, Yirminci Yüzyılın Başkaldırı Sözlüğü’nde (Sel Yayıncılık) büyük yazar Stefan Zweig’ın gidiş hikayesini okurken geldi bunlar aklıma. Ülkesini terk etmeden önce uzun bir muhasebeye yatar yazar. Nazilerle işbirliği yapan ülkesi Avusturya’nın hiçbir günahına ortak olmak istemez. Devletin uyguladığı siyaset rahatsız eder onu. Tocqueville’in “Amerika’da Demokrasi” adlı kitabında yaptığı bir analiz rehberlik eder on a. Ülkesini terk etmeden önce filozofun sözlerini dolandırır beyninde; o sözleri adeta ezberlemiştir: “Zorbalık bedeni serbest bırakır ve doğrudan doğruya ruha yönelir. Efendi, artık ‘benim gibi düşüneceksiniz ya da öleceksiniz’ demez, ‘kesinlikle benim gibi düşünmemekte özgürsünüz, hayatınız, malınız, mülkünüz her şeyiniz gene sizin ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısınız’ der.” Zaman zaman, kaçımız filozofun sözünü ettiği kendi ülkesinde “özgür” birer “yabancı” gibi hissetmedik ki kendimizi? Buralı olmayan, çemberin dışında kalan, kabullenilmeyen, kuşkulu, tehlikeli, zararlı... Zweig, alıp başını gitmeden önce şunları yazar: “Avusturya siyasetinden tiksindim. İnsan vatandaşlık düşüncesini, içinde sürekli yok etmeye alışmalı, reddetmeye alışmalı, bizden istenen her şeyi boş ve anlamsız bularak reddetmeye alışmalı.” Ve ekler: “Bu insanlarla uzlaşmamak gerekir, her şeyi reddetmek gerekir.” Büyük yazar, ülkesini terk edip İngiltere’ye gider. Bulunduğu yerden, faşizmin ayak seslerini duymaktadır. En nefret ettiği sestir bu ses... İngiltere’den Amerika’ya doğru yola çıkarken, bıraktığı yerde, bırakmak istemediği kaç kişiyi bıraktı bir kendisi bilir; ama gittiği yer de, gitmek istediği yer değildir aslında. Yeni bir yer arar; Brezilya’da karar kılar. Gittiği yer de rahat bir yer değildir. Brezilya’dayken yıl 1943’tür ve tekmil Avrupa, Hitler’in önünde diz çökmüştür. Kara Avrupa’sı, kara bir lekedir dünya haritasında artık. Brezilya’dan öte yol yoktur; buradan öte yol ölümdür. Ve nihayet “iflah olmaz bir sürgün” olarak canına kıyar; onurunu kurtarır! Yanına bir de yol arkadaşını, canından çok sevdiği karısını alır. Sürgün, kendisini intihara götüren yolun birinci etabıydı. Sürgün ve ölüm birbirine sıkı sıkıya bağlıydı çünkü. Ve en önemlisi, hayatta kalmak için heba ettiği şeyin, yine kendi hayatı olduğunu biliyordu. Bütün semavi dinlerde ortak inançtır: Hazreti Adem, işlediği suçtan sonra cennetten yeryüzüne sürgün edildi ve ondan sonra başımıza musallat oldu mutlak ölüm...