Üstâd Necip Fazıl ile Röportaj
Âmine Büşra Çiftçi
Müthiş bir gün, Üsküdar'dayız. Günlerden Pazartesi. Sendromsuz.
Hava hafiften güneşli fakat güneşin batmaya yakın saatlerine doğru
ilerlemekteyiz. Denizden hafifçe bir meltem esiyor. Üstâdın
omuzlarında kırmızıya yakın renkte kareli bir battaniye... Elinde
sigarası; filtresiz Yenice. Dumanlarının arasından zor seçilen bir yüz,
bana doğru bakıyor. Mübarek, öyle güzel içiyor ki, insanın sigaraya
başlayası geliyor. Arka fonda kendi sesinden dinlediğimiz 33'lük şiir
plağı... Arada şakalaşıyoruz, şurayı daha güzel okusaymışım diyor.
Sigarasının son dumanını çekip, -tek kaşı kalkık vaziyette- bana
bakarak “yoksa sende kafası yaralılardan mısın?” diye soruyor.
Gülüyoruz...
Fakat bu ne güzel doğmaktır üstâdım... diyerek konuya giriş yapmak
istiyorum. Sahiden bu ne güzel doğmaktır?
26 Mayıs 1904/1320 Çemberlitaş'ta, Sultanahmed'e doğru inen
sokaklardan birinde, kocaman bir konakta doğmuşum.
Sizi hayatınızın bir evresinden beri tanıyoruz. Peki ya çocukken Necip
Fazıl?
O kadar cılız ve çelimsizmişim ki, halime bakanlar: "Yaşamaz bu çocuk!"
demişler.Bir gün Sarıyer'deki köşkün üst katında, beşikten
yuvarlandığımı ve en önde büyük babam,bütün ev halkının telâşla pat
pat, merdivenlere koştuğunu hatırlıyorum.
-Başka bir vakit de-
Köşkün arkasında, bahçe tarafında, çamaşırlık gibi bir yer vardı. Rafında
da, bir tabak içinde beyaz bir madde. Duvara dayalı merdivenden çıkıp
kaymak sandığım o maddeden yemeğe başladım. Meğer kireç kaymağı
değil miymiş?.. Yine bütün köşk birbirine girmişti.