Gözün Göremediği
Gülay Süda
Birinin bizi gerçekten sevip sevmediğini bize zarar verip veremeyeceğini
samimi olup olmadığını hep bu gözümüzle görürdük. Yalnız görmezdi
gönül gözü konuşurdu da. Kötü bir şey yaptığımızda işlediğimizin kötü
olduğunu, yanlış yoldan bir an önce dönmemiz gerektiğini anlatırdı.
Sonra birine kırıldığımızda affetmenin büyüklük olduğunu affetmeden
yaşadığımız her günün gönle yük olduğunu hatırlatırdı.
Başrolünü bizzat kendimizin oynadığı bir filmi izliyormuşuz gibi
seyrettirirdi bize hayallerimizi. Bunun için hayallerimizin gerçek
olacağına henüz onları dillendirmeden canı gönülden inanırdık. Kimseyi
inandırma gibi bir derdimiz de yoktu o zamanlar, kahramanının kendisi
olduğunu bildiğimiz bir oyunun içinde öylesine gerçekçi oynardık ki
günü gelir de ya hayallerimiz gerçekleşmezse diye olumsuz bir düşünce
aklımızdan bile geçmezdi. Kendi içimizde bir cenneti yaşardık,
uyanıkken düş görme fırsatını verirdi bize gönül gözümüz. Sonra ne
oldu? Büyümek denen amansız bir hastalık yakaladı arkamızdan.
Saklambaç oyununda hiç de tahmin etmediğimiz bir anda
sobelenivermiştik sanki. Hazırlıksız sahneye çıkarılan oyuncular gibi
kekeleyiverdik doğrularımızı.
Bir sürü bilimsellikten bahsettiler gittiğimiz okullarda, her şey bir neden
sonuca bağlıydı anlattıklarına göre, çalışırsan başarılı olurdun, yeterince
sert olmaktı kazanmanın kuralı. Oyunu kurallarına göre oynamayanlar
oyun dışı ediliyorlardı hayattan. Bu kadar ciddi şey arasında, sadece
görünen önemliydi, göz önünde olan fark ediliyordu, beden gözü
dururken üçüncü bir göz kimsenin umurunda olmuyordu.