Dilhâne Şubat 2019 şubat2019 | Page 51

Bozacı ve Nohutçu Naif Karabatak Bunu üst üste söylemez. Boza diye yapılan çağrıyı dinleyenlerin sindirmesi beklenir. Öyle insanın suratına suratına vurur gibi satış yapmaz. Malı kaliteliyse, bağırmanın çığırmanın anlamı ne? Ben halen boza alıp almamaya karar vermemiştim. Hani içmeye isteğim vardı ama henüz yemek yememiştim. Kararsızlığımı Yunus Efendi fark etmiş olacak ki, “beyefendi boza ister misin” diye burnumun dibinde bitiverdi. Hem de öyle bardakla değil, yanında taşıdığı şişeyle. İşte şimdi boza almak şart oldu. “Ver” dedim ama “leblebiyle tarçını” unutmamasını da tembihledim. Bozayı bir poşete koydu, leblebiyle tarçını da külah haline getirdiği küçük bir kâğıt parçasına koyup, poşete ekledi. Aklıma çocukluğumda merhum Ömer emmiden aldığımız nohutlar geldi. Nohutçu Ömer emmi bizim okulun hemen çıkışında dururdu. Teneffüslerde ve okul çıkışlarında kendine has türküsünü söyler, bizi nohut almaya teşvik ederdi. Hafif bir duygu sömürüsü yapsa da, bu hoşumuza giderdi. “Köşe başı beklerim, vay benim emeklerim” diyerek başlar, sonra da “nohut” sattığını cümle âleme duyururdu. Ömer emmi de tıpkı bozacı Yunus gibi insanı tokatlar derecede söylemez, daha mülayimce, daha alçak sesle ve kimseyi rahatsız etmeden söylerdi. Kaynamış nohudu külaha katar, üstüne biraz tuz, biraz da kimyon serpiştirirdi. Tuz, nohudun yavanlığını alır, kimyon ise gaz yapmasını engellerdi. Tabi bunu sonradan öğreniyoruz, çocukluğumuzda değil. Yunus efendi poşetimi verdi, ben de içimden Nohutçu Ömer emmiye rahmet okuyarak ücretini cebimden çıkarıp verdim. Bozacı Yunus efendiye, Nohutçu Ömer emmiden bahsetmek aklıma geldi, sonra vazgeçtim, ama o arada ağzımdan bir şeyler çıkmış olmalı ki, “buyur beyim” dedi.