Dilhâne Şubat 2019 şubat2019 | Page 50

Bozacı ve Nohutçu Naif Karabatak Sonradan kaptığım bir alışkanlık olsa da, insan sevince seviyormuş. Ee bizim memlekette yoktu, çocukluğumuzda görmedik ama İstanbul’da boza, ayrı bir kültür gibi; lezzetin de ötesinde bir kültür. Ben bunları düşünürken, bozacının beni potansiyel müşteri olarak gördüğünden de eminim. Adam yılların bozacısı, müşteriyi gözünden de tanır, karanlıkta duraksamasından da. Birazdan yemek yiyecektim ama adam da “hadi be kardeşim, alacağın bir bardak boza. Biz de çoluk çocuk besliyoruz. Bak sen ekmeğini almışsın, bizim çocuklar da ekmek bekler” der gibi baktı veya öyle bekledi. İçim ezildi, bir anda bütün yelkenleri indirdim, sandalımı limana çektim, hatta kendiri de bir kayaya bağladım. O beni bekliyor, ben onu… Ama beklerken de arada bir boza satmaya uygun serenadını yapmayı ihmal etmiyor. Dedim ya boza yapmanın püf noktaları varsa, boza satmanın da püf noktaları olmalıydı. Çünkü bozayı satarken, bütün mahallenin duyacağı şekilde söylemeli ama akşam akşam kimseyi de rahatsız etmemeli. Bence en ince çizgi, tam da bu çizgidir. Bakın bu çizgi, gördünüz değil mi? Bunun için bir kerede ve tok sesle “boza” demek yeterli olabilir ama bundan rahatsız olanlar olacaktır. Sonradan öğrendim, bizim mahallenin bozacısının adı Yunus’muş. Yunus efendi güzel boza yapar. En azından ben güzel boza yaptığına inanacak kadar müdavimi oldum. Boza diye çığırmayı da iyi yapan Yunus Efendi, önce ağzından “boooo” diye hafif bir ses çıkarır. Sonra “zaaaaaa” diye sesinin temposunu hafifçe yükseltir.