66
gibi bir çizgi film tutkununun eğlence trenleri, hayranı olduğu Disney karakterleri ve rengarenk bu dünyadan
beslenmemesi işten bile değildi. Okula
dönmesiyle ilhamını kağıda dökmesi
bir oldu. CalArts’ta iki film tasarlayan
Lasseter’ın ilk filminin adı, “Lady and
the Lamp” ve kırılan ampulünü yanlışlıkla bir şişe cin ile değiştiren lambanın
hikayesini anlatıyordu. Filmden sonra
Lasseter’ın şöyle düşünmediğini hangimiz söyleyebilir ki: Lamba mı... Belki
ileride de kullanabilirim. İkinci filmi “Nitemare” ise uyumak için ışıkları söndürdüğünde odasını canavarların ele geçirdiği bir çocuğu konu alıyordu. Size de
bir yerden tanıdık gelmedi mi? Adam
olacak çocuk dedikleri…
Bu iki filmiyle sayısız takdirin ve birçok
ödülün sahibi olan Lasseter için animasyon dünyasının spotlarını üzerine çevirme zamanı gelmişti. Hayallerini biriktirmeye devam ediyordu; önce ilham veren
bir kitap, ardından unutulmaz bir okul
hayatı ve şimdi de uzun süredir beklediği yerdeydi: Walt Disney Stüdyoları.
Walt Disney Stüdyoları, Burbank, CA,
1979
Bu yeni dünyada yol almaya başlayan
Lasseter’ı ilk karşılayanlar arasında,
stüdyoda ondan birkaç yıl daha eski
olan animatör Glen Keane yer alıyordu.
John’un animasyon tutkusu sayesinde
kısa sürede kusursuz bir uyumla çalışmaya başlayan ikilinin ilk işleri, 1981
yılındaki “The Fox and the Hound” oldu.
Çizmekten ve bunu sahnelemekten
aldıkları keyif tartışılmazdı ancak
açık olan bir şey vardı: maddiyat hayal gücünü dahi
sınırlayabiliyordu. Çok katmanlı
bazı sahne çizimleri teoride her ne kadar mümkün olsa da iş pratiğe geldiğinde animatörlerin zihinlerindekileri
beyazperdeye yansıtabilmenin bedeli
ağır oluyordu; aşılan bütçeler, kısıtlanan
çizgiler ve sonuç; hüsran. Ta ki bu durağan döngüden sıkılan birkaç stüdyo
çalışanı son sözü söyleyene dek: Tron.
Eğer işiniz animasyonsa